Müzikli Yazılar Serisi – 8
Deniz Humması yazarı Sen Bir Ettin tarafından hazırlanan ‘Müzikli Yazılar Serisi‘nin sekizinci öyküsü; Sosyolojik Gözlem.
Müzik: Dorena – Let Us Live
SOSYOLOJİK GÖZLEM
Telefonum bozuldu. Miadının dolduğuna inanmak istemiyordum fakat işe yarar tek noktası olan kulaklık girişi de çeşitli pisliklerle dolunca müzik dinlenilemez hale geldi. Ne kavgalar etmiştim, alkol ve sigara kokan nefesimle ne sevgi sözcükleri fısıldamıştım mikrofonuna. Hastaneye götürülmesi gereken fakat rica edemeyen yaşlı bir akraba gibi yüzüme bakıyordu. Hem masraftan kaçınmak hem de eski dostuma olan sadakatimi göstermek amacıyla tamir ettirmeye çalıştım. Fabrikası kapandığından çözüm üretemediler…
Kim bilir, belki yeni ve mutlu bir hayata yeni bir telefonla başlayacaktım. Belki ilk arayanım bana makam mevki teklif edecek, parasıyla beni satın almaya çalışacaktı. Belki de talihli insan bir kadındı ve bana olan aşkını haykıracaktı ahizeye. Romantik komedi filmlerindeki hızla birbirimize doğru koşacak, sarıldığımız ilk anı ölümsüzleştirecek ve ölümsüzlük iksirimizi yirmi beğeni garantisiyle sosyal ağlarda paylaşacaktık. İşte insan böyle bir varlık, işler yolunda gitmeyince nesnelere anlam yükleyip onlardan medet umuyor. Tatlı bir telaşla telefona yeltendim. Satıcı “bir dakika abi şunu da ayarlayayım, bu zil sesi iyi mi ?” dedi. Belli ki insan sarrafı olmuştu, telefondan zerre anlamadığımın farkındaydı. Parayı ödeyip gıcır telefonu cebe attıktan sonra dükkandan ayrıldım.
Karnımı doyurmak için uygun bir mekan ararken “gıcır” çaldı. Küçük pembe hayal dünyamı yerle bir eden arama, çalıştığım dergilerden birinin duayen yazarı Şerif Abi’den geldi. İki yıllık çalışma hayatımız süresince ilk defa beni aramıştı. İşinin düştüğünü ve bir şey rica edeceğini tahmin ederek telefonu açtım. Defalarca aradıklarını fakat telefonumun kapalı olduğunu belirterek azarladı. Eskişehir’de bir üniversitenin dergimizi söyleşiye davet ettiğini, iki gün sonra yola çıkacağımızı ve benim de gelmem gerektiğini söyledi. Gelen ilk arama heyecanlandırmıştı gerçekten ama bu daha çok sosyal fobilerimi canlandıran türden bir heyecanlanmaydı. İstediğim heyecan türüne ulaşamamanın verdiği mutsuzlukla “abi ben ne anlarım söyleşiden” diyerek meramımı dile getirdim. Şerif Abi edebiyattaki ustalığı sebebiyle insani dertleri hor gören bir yapıya sahiptir, bünyesi itiraz kaldırmaz. Çalışma prensipleri konusunda erken emekliliğe ayrılmış apartman yöneticilerinden farkı yoktur. Azarın desibelini iyice arttırarak derdimin dert, hayatımın hayat olmadığını belirtti ve evime gidip dinlenmemi emretti. Eminim ki on beş kişilik dev yazar kadromuz o iki gün boyunca istirahate çekilmiştir.
Eve gider gitmez bilgisayarın başına oturdum. Topluluk önünde anlama kabiliyetimi yitirmeyeyim diye Google’a “topluluk önü” yazdım ve çıkan sonuçları büyük bir titizlikle incelemeye başladım. “KORKMAYIN KONUŞUN!” gibi konuşamayanı daha başlıkta döven yazı da vardı, köhne bir apartman katında kahvemizi yudumlarken sorunlarımızı dinlemek isteyeni de. Diksiyon kursu denilen ve aslında işlevsizliği toplumca kabul görmüş kurumlara ait beyanlardan sıyrılmak amacıyla televizyonu açtım. İzleyen her insan gibi ben de sosyolojik gözlemlerim için evlilik programını uygun bulmuştum. Konukların milyonlar önündeki rahatlığı pusulam olacak, kıvırcık saçlı ve gözlüklü üniversite öğrencilerinin sorularına ustaca cevaplar vermemi sağlayacaktı. Dev puntolu çirkin yazımla küçük küçük notlar aldım, üst üste iki tane soda içtim ve televizyonu kapatıp derin bir uykuya daldım.
Bizi Eskişehir’e götürecek olan minibüse yetişmek için evden apar topar çıktım. Durağa ilerlerken “hay Eskişehir’ine de, üniversitesine de, dergisine de, yazısına da, …” diye hangi kelimeyi bulsam sonuna de-da bağlacını ekleyip dublajı kötü yapılmış Amerikan filmi genci gibi söyleniyor, sigaramın dumanını büyük bir öfkeyle havaya savuruyordum. Durağa ulaştığımda eski sevgilim karşımdaydı; “Utanmıyor musun lan? İzdivaç programı izliyorum diye ananın önünde yıllık azar atmıştın bana. Hiç mi utanma yok? 70 milyon biliyor senin ne mal olduğunu! Üstüne üstlük ben gerçekten sosyoloji okuyorum, hakkımdı izlemek.” dedi kızcağız. Bir yıldır ana, baba, bacı, gardaş demeden sövdüğüm insan haklıydı ve bir anda kızcağız oluvermişti gönlümde. Haksız insan psikolojisi çok kötü bir şey. Soruya soruyla karşılık vermek, haklı olanın farklı zaman dilimlerinde işlediği günahları yüzüne vurmak gibi modern toplum insanına yakışmayacak şeyler yaptırtıyor adama… “Hıı 80 olmasın o? Beni mi dikizliyorsun sen, ayrıca senin de biliyorlar, biliyorlar işte!” diye haykırdım. Yaşını başını almış, kolçaklı saatli, yuvarlak gözüklü amca “gençler lütfen, sizleri terbiyeye davet ediyorum” benzeri cümlelerle bizi yatıştırmaya çalışıyordu. Amcanın suratını bir yerlerden hatırlıyor gibiydim. Tanımış olmanın verdiği utangaçlıkla eski kız arkadaşıma döndüğümde aydınlandım. Bu sıfatı, devletin ücreti mukabilinde dağıttığı Açıköğretim Sosyolojiye Giriş kitabında görmüştüm. Amca Durkheim’dan başkası değildi ve bilmeceyi çözdüğüm anda kabustan uyandım.
İki gün, iki gece çeşitli aralıklarla uyuyup benzer kabuslar görmeye devam ettim ve nihayet büyük an geldi çattı. Üç buçuk saatlik yolculuğumuz boyunca Şerif Abi’yi dikkatle dinledik. Ekipçe kah düşünür gibi yaptık, kah zorla güldük, kah zorla hüzünlendik. Otoriteye hiciv sanatıyla baş kaldırdığını düşünen bir yazar topluluğuyken, başlarındaki otoriteyi besleyip büyüten, Eskişehir’in tarihçesini iciğine ciciğine kadar öğrenmiş bir yazar topluluğuna dönüşmüştük.
Minibüsten indiğimizde üniversitenin edebiyat kulübü üyelerince karşılandık. Kısa bir hoşbeşten sonra üniversiteyi gezdirdiler ve bizleri söyleşinin gerçekleşeceği salona götürdüler. Dolu tribünleri görünce 14 kişide de aynı tedirginlik oluştu; İspanya Kupası’nda Barcelona’yla eşlemiş Rayo Vallecona’dan, Real Oviedo’dan farkımız yoktu. (Evet, gün geçmiyor ki bir futbol örneklemesiyle daha ruh halimi size betimlemeyeyim. Sınırlı yazar yetisiyle sınırsız işler peşindeyim.) Şerif Abi ise bizim ters istikametimizde güvene ve gurura koşuyor, koltukları kabardıkça kabarıyordu. Yaka mikrofonu, bol kesimli tişörtümü iyice aşağıya çekmiş, insanların göz zevkini bozacak derecede derin bir göğüs dekoltesi vermeme yol açmıştı. Şerif Abi’yi ortalayacak biçimde sahnedeki masaya sıralandık. 7 normal yazar, 1 Şerif abi, 7 normal yazar daha… Hayatta böylesine çirkin bir şeye az rastlanılır, o yüzden bu görüntüyü epey inceledim ben. Misafirliğe gittiğinizde zorla yedirilmeye çalışılan beklemiş ve çok kurumuş kek gibi bir tadı vardı bu durumun. Sözlüye kalkmak istemeyen öğrenciler gibi kafamı eğip masaya yoğunlaştım. İkinci soru bana yöneltildi; “Camus mu, Sartre mı?”. “Hay” dedim, “Eskişehir’ine de, üniversitesine de, yazısına da, dergisine de, Şerif’ine de…”. Ama içimden dedim.
Sen Bir Ettin
Müzikli Yazılar Serisi’nin Diğer Öyküleri;
1 – Sol Kaburganın Altı
2 – Mavi Bar
3 – Et
4 – Koku
5 – Kaltaklar
6 – Sinek
7 – Sinek (6. Öykünün Devamı)